18 Nisan 2017 Salı

İDAM TEZGAHI

15 temmuz darbe girişiminin hemen ardından bir grup “idam” sloganları atmıştı.Cumhurbaşkanı da  bu kalabalığa hitaben” önüme getirsinler,imzalarım” demişti.Şimdi referandum sonuçlarının ardından yaptığı konuşmada da aynı sözleri tekrarlayarak “gerekirse bir referandum da idam için yaparız” dedi.
   Kişisel fikrimi de söyleyerek konunun içindeki ince hesabı anlatmaya çalışayım.35 yıl polislik yapmış biri olarak pedofili suçları,çocuklara uyuşturucu satıcılığı,vatana ihanet,darbe suçları hakkında idam uygulamasına “evet” derim, derim ama 15 temmuzun hemen ardından bunun dile getirilmesindeki ince hesabı da unutmam.Eğer bir zahmet o gün “idam” çığlıkları atan grubu birileri incelerse, çoğunun Feto örgüt üyesi olduğu  görülecektir.Çünkü idamın geçerli olduğu ülkeye suçlu iadesi olmayacağını bilen bu örgüt, hem toplumu ve hem de ne yazık ki C.başkanını da kandırmaktadır.Peki C.başkanının çevresindekiler bu uluslararası,özellikle ABD ile aramızdaki bu anlaşmayı hatırlatmıyor mu?Çıkacak idam yasasının geçmişe yürümeyeceğini( yani ne fetocuları ne de şu ana kadar işlenen suçları kapsamayacağını),uluslararası işbirliği yaptığımız siyasi ve ekonomik ilişkileri zora sokacağını,Öcalan haininin iadesinde bile “idam edilmeme” koşulunu hatırlatmıyor mu?Elbette bu sorunun cevabında; Fetocuların  hala sarayda ne denli etkili olduklarını,toplumu yönlendirmede ne denli etkili yerlerde olduğunu görmeliyiz.
Şayet cumhurbaşkanı bütün bunları bile bile yapmıyorsa,Fetonun iadesini gerçekten  istiyorsa,ülkede diktatörlük görüntüsü vermek istemiyorsa,bunun hukuki sonuçlarının  BM askerinin Nato üyesi olan ülkemize  girmesiyle sonuçlanacağını hesaplıyorsa oynanan oyunu da iyi görmeli,çevresinde bu oyunu kurgulayanları temizlemeli ve halkı bir hamle bile sonrasını görmeden adım atmaya sürüklememelidir.Yoksa Temel’in idamdan önceki son sözü gibi  “ha bu bana ders olsun” demenin faydası olmaz.

          Çok yakında göreceğiz….

4 Nisan 2017 Salı

Atatürk de Kandırıldı

Bu günlerde sık duyduğumuz” kandırıldık” sözü hakkında daha önce
bu video ile gereken cevabı vermiştim ve “henüz 16 yaşında olan bir çocuk kandırılamadı da koskoca devlet mi kandırıldı?” diye sormuştum.
Aslında her insan kandırılabilir.Bunu 35 yıllık polislik hayatımda çok defa gördüm.Fakat ,tecrübelerim bana kandırılanın kandırmak istediği için kandırıldığını gösterdi.Bir de iyi niyetlerle ve güven duygusuyla yaşanan kandırılmalar var.
Tarih 13 Kasım 1918.Mustafa Kemal Adana treninden inip de Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında karşılaştığı manzara şudur: 55 düşman gemisi zafer bayrakları açarak İstanbul limanına girmektedirler.Bütün karşı sahiller Rumların,Yahudilerin,Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ile inler.Çanakkale’den beri çok yakınında olan başyaveri Cevat Abbas’a  “geldikleri gibi giderler” diyen Mustafa Kemal’in derin üzüntüsünü gören Cevat Abbas “size nasip olacak,siz bunları kovacaksınız paşam” der.Gülümseyen paşa,içinde şekillenmeye başlayan planlarına dalmıştı ve “Bakalım” diye cevap verir.
     İşte bu günlerden altı ay sonra çıkacağı Anadolu yolculuğuna kadar olan sıkıntılı günler böyle başlamıştı.Kısa süre Pera Palas’ta kalan paşa, daha sonra ekonomik durumu müsait olmayınca önce bir kiralık eve daha sonra da annesinin yaşadığı eve yerleşir.Görüşmelerini yürüteceği uygun ortam o sıralar önemlidir.Minber isimli gazeteyi arkadaşlarıyla çıkartır ama bu da para gerektiren bir iştir.İşte tam bu sırada Paşayı ziyaret eden binbaşı Ali Rıza bey değerli bir şahısla paşayı tanıştırmak ister.Tüccar olan bu şahıs düzgün giyimli,efendi görünümlü biridir.Binbaşı Ali Rıza, Mustafa Kemal ve arkadaşı Fethi beye yapmak istedikleri faaliyetlerle ilgili şöyle der
-Peki,bütün bu işlerin başarılması için her şeyden evvel sizlerin geçim derdinden uzak kalmanız gerekir.Paranız var mı?Hayatınızın sürmesini sağlayacak paranız yoksa rahat bir kafa ile çalışamazsınız.Artık bir göreviniz yok,böyle arkası gelmeyen masraflara dayanamazsınız,paranızı bir ticarete koyalım.
Mustafa Kemal’in yanıtı “Ama ben ticaret bilmem ki…” olur.Binbaşı Ali Rıza tanıştırdığı kibar tüccarın paralarını değerlendirebileceğini,düzenli bir gelir elde edebileceklerini söyleyerek Mustafa Kemal'i,Fethi Okyar’ı  ve yaver Cevat Abbas’ı  tüccarın bürosuna götürür.Kibar tüccar tatlı diliyle üçünü de etkiler ve ellerindeki bütün paralarını alır.Aradan geçen sürede hiç geri dönüş olmaz.Üç dört ay geçtikten sonra yapılan yatırımların,beklenen Karadeniz gemilerinden hiçbir malın gelmeyeceği anlaşılmıştı.
    Yaver Cevat Abbas bir gün Galata köprüsünde  tüccarla karşılaşır ve biraz da zor kullanarak parasının bir kısmını alır ama giden gitmiştir ve Paşa da Fethi Okyar da KANDIRILMIŞTIR.
      Yıllar sonra tebessümle ve kendisini de eleştirerek bu olayı anlatan Atatürk’ün de kandırılabildiğini gördük.Gördük ama arada biraz fark var değil mi?Bir,kendi birikimini ülkenin kurtuluş mücadelesinde kullanabilmek için, bir binbaşının aracılığına güvenmek ve teslim etmek var, bir de “ne istediniz de vermedik” diyerek ülkenin makamlarını,kaynaklarını bir hain örgüte teslim etmek var.

    Atatürk’üm, biriktirdiği üç beş kuruşu kaybetti..Ya kandırıldık diyerek kandırmaya çalışanlar?

2 Nisan 2017 Pazar

İŞGAL

  Referandum haberleri tüm televizyon kanallarının ilk haberi olduğu bu günlerde muhalefetin hayır çıkmazsa"bölünme,işgal" tehlikesine dair söylemleri,iktidarın evet çıkmazsa "bölünme ve işgal" söylemleri hüzünlü bir olayımı aklıma getirdi.
90'lı yıllarda genç bir Emniyet amiriyken arada bir bazı edebiyatçı dostlarımla ucuz bir meyhanede buluşup sohbet ederdik.Böyle bir akşamda  tam sohbetin ortasında meyhaneye giren bir vatandaş sinirli bir şekilde
-Amerikan elçiliğinin sokağında üç-beş Amerikan polisi yolu kesmiş,kimlik kontrolü yapıyor..
dedi.Beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
-Ne oluyor,işgalde miyiz? diye söylenerek hemen yerimden fırladım,yanımdaki üç sivil arkadaşım ne olduğunu anlamadan peşime takıldılar.Ankara'da Kavaklıdere'deki ABD elçiliği meyhaneye uzak sayılmazdı.İlk gördüğüm taksiyi durdurdum .Üç arkadaşımda benimle birlikte bindiler.Taksi şoförüne
- En hızlı şekilde Amerikan elçiliğine sür ...dedim.Arkadaşlarım herzaman mermi haznede taşıdığım  silahımı elime aldığımı görünce iyice telaşlanmışlardı.Ne olduğunu soruyorlardı ama ben cevap verecek halde değildim.Elçiliğin olduğu sokağa geldiğimizde hızla taksiden indim ama karşımda sadece bizim polislerimiz vardı.O yıllarda Ankara'nın en tanınan polisiydim ve ekipteki tüm polisler beni görünce yanıma gelip selam vererek
-Hayrola amirim,ne oldu? dediler.
-Amerikan polisi var mı bu  uygulamada? diye sordum.
Rutin bir uygulama olduğunu,yanlış bilgi aldığımı anlayarak aynı taksiyle meyhaneye döndük.Ne olduğunu anlamayan üç edebiyatçı arkadaşımın açıklama bekleyen sorularına,  masada bıraktığım çantadaki kitabı göstererek cevap verdim.
-Üçünüz de kusura bakmayın ve benimle geldiğiniz için teşekkür ederim.Bu kitap Cemal Madanoğlu'nun anılarını anlatır ve İlhan Selçuk tarafından ceza evinde yazılmıştır.Şimdi sizlere bir bölümü okuyunca beni anlayacağınıza eminim.Tam da bunu okuduğum günde bu olayın olması beni çok sinirlendirdi.Okuyunca siz de bana hak vereceksiniz.Zaten buraya da edebiyat sohbetine gelmedik mi?Ama önce birer yudum alalım.
Kitabın 27.sayfasını çevirerek okumaya başladım..

"Evde ,okulda ,sokakta yaşadığım birçok olay,işgal kuvvetlerine,düşmana,emperyalizme karşı bilinçlenmeme yol açıyor....Daha çok küçüğüm;ama,yüreğimde birşeyler oluşuyor.
Komşumuz  üsteğmen ile dost olduk.
Ben her sabah okula gitmek için erken kalkıyordum.Kadıköy Sultanisi'nin ilk sınıflarındaydım.Bu 'ortaokul ilk sınıflarındaydım' demek.Ama yaşım çok küçük.O sıralar her sınıfta,her yaşta çocuklar bulunabiliyordu.Zil çalmadan derse yetişebilmek için telaş ediyordum.Kahvaltıyı yarım yamalak yapıyorum.
Annem kızıyor
-Oğlum daha vakit var,doğru dürüst bir kahvaltı etsene.
Lokma ağzımda ,yanıt veriyorum
-Bir işim var,okula erken gitmem gerek.
Evden çıkınca hemen komşunun kapısına koşup sesleniyorum:
-Mülazım amca,Mülazım amca ben geldim.
Üsteğmen palaskasını kuşanmaya çalışarak kapıdan görünüyor:
-Geliyorum oğlum.
Birlikte yola çıkıyoruz.Peki,görevim nedir?
Ben önce yokuş aşağı koşarım.Kuşdili çayırına doğru.Sokak ve caddeleri aşarken dikkat ederim.Kavşaklara,köşe başlarına gelince sağa sola bakarım.Acaba İngiliz,Fransız,İtalyan subayı var mı?Eğer işgal kuvvetlerinden bir subay varsa iki kolumu yana açarım.Bu demektir ki:
-Gelme!..Olduğun yerde dur ve bekle.
  O zaman Mülazım amca bekler ya da görünmemek için bir yan sokağa sapar.Eğer vardığım köşe başında bir işgal subayı yoksa sağ kolumu dikine havaya kaldırırım.Üsteğmen rahatça yürür.Ben Mülazım amcayı böylece kılavuzluk yaparak Kızıltoprak istasyonuna götürürüm.Oradan trene biner.Çünkü onun görevi Erernköy'de...
Sonra ben koşa koşa okula yetişirim.
Niçin böyle yaparız?
Çünkü İşgal kuvvetleri Kumandanı General Harrington emir vermiş.Bütün Türk subayları işgal subaylarına selam verecekler.Bu emri yerine getirmek komşumuz üsteğmene ağır geliyor.Ben her sabah onu işgal subaylarıyla karşılaştırmadan görevine ulaştırıyorum..."

    Kitabı kapattığımda biraz da rakının etkisiyle olsa gerek, dördümüz  de ağlıyorduk......